05 Temmuz 2025 Cumartesi
Aysun Uysal Yazdı… Bu Topraklar Çiftçisiz Kalmasın Üreten Eller Kırılmasın!
Süt ürünleri ile başınız dertte mi? Laktoz İntoleransına sahip olabilirsiniz!
İran ve İsrail Arasında Kritik 12 Gün: “Mehdi ve Mesih Savaşı” Ortadoğu’yu Sarsıyor
Serkan Candaş Yazdı... Tire FK'da Yerelcilik Değil, Vizyon Önemli!
3 CHP’li Başkan Abdurrahman Tutdere, Zeydan Karalar ve Muhittin Böcek gözaltına alındı!
Türkiye, toprağı bereketli, iklimi çeşitli bir ülke. Ama ne yazık ki bu avantajı yıllardır doğru kullanamıyor. Her mevsim ayrı ürün yetişen bu topraklarda çiftçi artık kazanamıyor, ayakta duramıyor. Traktörün tekeri dönüyor ama umutlar yerinde sayıyor.
Mazot, gübre, yem, ilaç… Her şey zamlandı. Çiftçi daha tarlaya adım atmadan borçla başlıyor sezona. Ektiği üründen kâr değil, çoğu zaman zarar ediyor. Hal böyle olunca gençler köyden kente göç ediyor, tarlalar boş kalıyor, üretim azalıyor.
Üstelik çiftçiye verilen destek ya yetersiz ya da gecikmeli. Kota uygulamaları, ithal ürünlerle rekabet, plansız alım politikaları da çiftçinin belini büküyor. Bir zamanlar kendi buğdayını, şekerini, pamuğunu yetiştiren ülke; şimdi dışa bağımlı hale geldi.
Oysa bir ülke ancak kendi üreten eliyle güçlüdür. Toprağa emek veren insanı yok saymak, geleceği yok saymaktır. Çiftçiye değer vermek sadece ekonomik değil, stratejik bir gerekliliktir.
Bugün hâlâ direnmeye çalışan, gecesini gündüzüne katan çiftçilerimiz varsa, bu topraklar hâlâ umudunu kaybetmemiş demektir. Ama biz susmaya devam edersek, yarın oturacak bir soframız bile olmaz. Çiftçilerimize ve üreten ellerimize sahip çıkmak zorundayız.
Türkiye dört mevsim güneşi gören, bereketli topraklara ve stratejik bir coğrafyaya sahip eşsiz bir ülke. Ancak ne yazık ki bu doğal avantajları yeterince değerlendiremiyoruz. Özellikle güneş enerjisi gibi sürdürülebilir kaynaklar konusunda atılan adımlar hâlâ yetersiz.
Oysa Türkiye’nin yıllık güneşlenme süresi, birçok Avrupa ülkesinden kat kat fazla. Ama biz, hâlâ doğalgaza, petrole, dışa bağımlı enerji sistemlerine mahkûmuz. Oysa güneş bedava, temiz ve tükenmeyen bir kaynak. Peki neden kullanmıyoruz? Çünkü kısa vadeli hesaplar, kalıcı çözümlerin önüne geçiyor.
Dünya hızla enerji krizine sürükleniyor. Fosil yakıtlar tükeniyor, iklim krizi derinleşiyor. Enerjiye ulaşmak sadece bir ekonomik mesele değil, artık bir hayatta kalma savaşı hâline geliyor. Su gibi, hava gibi, enerji de yakında jeopolitik çatışmaların başlıca sebebi olacak.
Bugün yatırımı yapılmayan her panel, yarın kaybedilecek bir bağımsızlık demektir. Güneşi görüp ısınamamak, sadece beceri değil, vizyon eksikliğidir.
Artık geçici çözümlerle değil, sürdürülebilir politikalarla ilerlemeliyiz. Güneşi sadece doğan bir ışık değil, kalkınmanın anahtarı olarak görmeliyiz. Çünkü gelecek, enerjisini kendi üreten ülkelerin olacak.
Toplum olarak çoğu zaman büyük değişimleri bekleriz. Bir sistem gelsin, düzen kurulsun, biri gelsin ve her şeyi düzeltsin isteriz. Ama aslında asıl değişim, küçük ve bireysel adımlarla başlar. Tıpkı bir sokak gibi… Eğer herkes evinin önünü temizlerse, o sokak tertemiz olur.
Bu yalnızca temizlik meselesi değil; sorumluluk, saygı ve bilinç meselesidir. Evinin önüne sahip çıkan insan, yaşadığı çevreye de sahip çıkar. Komşusuna saygı gösterir, doğaya özen gösterir, kente değer katar.
Kaldırıma atılan bir çöp, sadece görüntü kirliliği değil; zihinsel tembelliğin de göstergesidir. “Biri nasılsa temizler” düşüncesi, yıllardır bu ülkenin gelişmesini yavaşlatan en büyük engellerden biridir. Oysa herkes “benim sorumluluğum” diyebilseydi, her sokak, her park, her şehir cennete dönerdi.
Bu söz, sadece yer süpürmek değil, kendi hayat alanını güzelleştirmek anlamına da gelir. Davranışlarımızda, ilişkilerimizde, işimizde… Hepimiz bulunduğumuz yeri daha yaşanabilir hâle getirebiliriz.
Unutmayalım: Bir milletin medeniyet seviyesi, en çok da sokaklarının temizliğiyle ölçülür. Ve o temizlik, belediyeden değil, bireyden başlar.
Gelin, bugün hepimiz evimizin önünü temizleyelim. Hem gerçek anlamda hem de mecazi anlamda. Çünkü temiz bir toplum, temiz bireylerle başlar.
Eskiden savaşlar toprak içindi, bugünse para için. Yeni dünya düzeninde cepheler artık bankalar, cephaneler ise kredi sistemleri. Ekonomi; artık sadece bir araç değil, ülkeleri dize getiren en etkili silah hâline geldi.
Küresel sermaye, ulus devletlerin önüne geçti. Ekonomik bağımsızlık bir ülkenin egemenliğinden çok daha önemli hâle geldi. Bir ülke borçlandırıldığında, sadece ekonomisi değil; siyaseti, eğitimi, sağlığı, tarımı bile dışa bağımlı olur. Faiz lobileri, kredi kuruluşları, uluslararası finans devleri artık karar verici konumda.
Bugün kalkınma değil, bağımlılık pazarlanıyor. Yardım adı altında verilen her kredi, yeni bir zincir demek. Bu zincirler; üretim yerine tüketime, yerli yerine ithalata, emeğin yerine gösterişe mahkûm ediyor toplumları.
Yeni dünya düzeni, görünüşte serbest piyasa, gerçekte sınırsız sömürü sistemidir. Azınlıklar zenginlik içinde yüzerken, milyonlar geçim derdiyle boğuşur. Gelir adaletsizliği derinleşir, orta sınıf erir, işçi emeği değersizleşir.
Ekonomik bağımsızlık olmadan ne demokrasi işler ne toplumsal huzur sağlanır. Kalkınma, sadece büyüme rakamlarından ibaret değildir. Üretmeden tüketen, ithalatla yaşayan, dışa bağımlı ülkeler bu düzende sadece seyirci olur.
Gerçek değişim, paranın değil, değerin hüküm sürdüğü bir düzende mümkün. Ve bu da ancak yerli üretimle, adil paylaşım anlayışıyla ve güçlü ekonomik iradeyle sağlanabilir.
Bir zamanlar bayram sabahı evler mis gibi kolonya ve sıcak ekmek kokardı. Çocuklar bayramlıklarını yatağının başucuna koyar, büyükler seher vakti namaza gider, sonra herkes el öpmek için sıraya girerdi. Birlik, beraberlik, muhabbet ve paylaşmak vardı Kurban Bayramı’nda. Şimdi ise o samimi tablo, nostaljik bir hatıraya dönüşüyor.
Zaman değişti, insanlar değişti, bayramlar da değişti. Artık pek çok kişi için bayram, sadece uzun bir tatil arası; kaçıp dinlenilecek bir mola. Kurban kesmek bile birçokları için bir “görev” gibi, ruhundan koparılmış, hızla yerine getirilen bir formaliteye dönüştü. Paylaşmanın yerini gösteriş, ziyaretlerin yerini mesajlar aldı.
Bayramın asıl anlamı, sadece kurban kesmek değil; gönül bağı kurmaktı. İhtiyaç sahiplerine el uzatmak, küsleri barıştırmak, büyükleri ziyaret etmekti. Şimdi ne büyükler arıyor ne küçükler uğruyor. Kalabalık sofralar, cıvıl cıvıl evler yerini sessizliğe, yalnızlığa bıraktı.
Teknolojiyle kolaylaştık ama duygusal olarak uzaklaştık. Mesaj atmak, kapıyı çalmaktan daha pratik geldi. Kurban eti paylaşmak yerine paketleyip dağıtmayı yeterli gördük. Oysa bir tabak yemekle birlikte verilen samimi tebessüm, belki de bayramın en kıymetli parçasıydı.
Kurban Bayramı’nın ruhu yeniden canlanmalı. Kapılar tekrar çalınmalı, sofralar çoğalmalı, kalpler yumuşamalı. Unutmayalım; bayram, sadece kesmek değil, paylaşmak demektir. Yalnız kalan bir komşu, bayramı dört gözle bekleyen bir yaşlı, umutla bir ziyaret bekleyen bir akraba… Belki de onların bayramı bizim bir adımımızla güzelleşecek.
Gelin bu bayram, eskiye dönemesek de özünü yaşatalım. Sıcak bir “merhaba”, samimi bir ziyaret, paylaşılmış bir tabak yemek; belki de en değerli kurbanımız olur.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.