26 Haziran 2025 Perşembe
Aysun Uysal Yazdı… Bu Topraklar Çiftçisiz Kalmasın Üreten Eller Kırılmasın!
Süt ürünleri ile başınız dertte mi? Laktoz İntoleransına sahip olabilirsiniz!
İran ve İsrail Arasında Kritik 12 Gün: “Mehdi ve Mesih Savaşı” Ortadoğu’yu Sarsıyor
Serkan Candaş Yazdı... Tire FK'da Yerelcilik Değil, Vizyon Önemli!
YGD, ‘Gazeteciler ve Basın Bayramı’nı bir kahvaltı ile kutladı
Ortadoğu, tarih boyunca büyük çatışmalara sahne oldu. Ancak son haftalarda yaşanan İran–İsrail savaşı, sadece iki ülkeyi değil, tüm bölgeyi ve küresel dengeleri derinden etkileyen yeni bir dönemeç olarak öne çıkıyor. Kısa ama yoğun geçen 12 günlük çatışma, bölgedeki mezhep, ideolojik ve jeopolitik gerilimleri yeniden alevlendirdi.
İsrail, İran’ın nükleer tesislerini, askeri üslerini ve komuta merkezlerini hedef alan kapsamlı hava operasyonları düzenledi. Bu saldırılar yüksek hassasiyetle planlandı ve güçlü istihbarat desteğiyle gerçekleşti. İran ise misilleme olarak yüzlerce balistik füze ve drone saldırısı yaptı; Tel Aviv, Hayfa ve Be’erşeba gibi büyük şehirler hedef alındı. Hastaneler ve sivil yerleşim alanlarında ciddi zararlar meydana gelirken, binlerce masum insan çatışmanın acı bedelini ödedi.
Bölgede yaşanan karşılıklı saldırılar, ağır can kayıplarına yol açtı. İran tarafında 600’den fazla ölüm ve binlerce yaralı bildirildi. İsrail’de ise yaklaşık 28 kişi hayatını kaybetti, onlarca yaralı bulunuyor. Bu yıkıcı çatışma sadece sahadaki dengeleri değil, aynı zamanda Ortadoğu’nun jeopolitik yapısını da köklü biçimde sarstı.
12 gün süren çatışmaların ardından, ABD’nin arabuluculuğuyla taraflar Haziran 23’te geçici bir ateşkese imza attı. Ancak raporlar ateşkesin kırılgan olduğunu ve ihlallerin devam ettiğini gösteriyor. Bölgede gerginlik sürüyor ve yeni çatışma riskleri hâlâ yüksek.
Bu savaş, sadece askeri güçlerin çatışması değil; derin tarihsel ve sembolik anlamlar taşıyor. Kendi değerlendirmeme göre, bu çatışmayı “Mehdi ve Mesih Savaşı” olarak nitelendiriyorum. İslam’da Mehdi, adaleti tesis edecek kurtarıcı figürdür. Yahudi ve Hristiyan inançlarında ise Mesih, insanlığı aydınlığa çıkaracak beklenen kurtarıcıdır. İran kendisini Mehdi’nin destekçisi, İsrail ise Mesih’in topraklarındaki bekçisi olarak konumlandırıyor. Böylece bu çatışma, inançların, ideolojilerin ve medeniyetlerin bir hesaplaşmasına dönüşüyor.
Son haftalarda yaşanan saldırılar, kutsal metinlerde yazılı kaderin sahnelenmesi gibi yorumlanabilirken, diplomatik kanallar tıkanmış durumda. Taraflar birbirini yok edici güçlerle tehdit ederken, bu gerilimin sadece iki ülkenin çıkar mücadelesi olmadığını, aynı zamanda küresel güçlerin de bu sembolik savaşın parçası haline geldiğini düşünüyorum.
İran ve İsrail arasındaki bu kritik mücadele, dünya sahnesinde yeni bir kutuplaşmanın habercisi olabilir. “Mehdi ve Mesih Savaşı”nın geleceği, sadece bölge halklarının değil, tüm insanlığın kaderini etkileyecek önemli bir dönüm noktası olarak görülüyor. Bu tehlikeli hesaplaşmanın nasıl sonuçlanacağı ise zamanla netlik kazanacak.
Manisa artık sessiz.
Şehir gürültüsünü kaybetmedi belki, ama anlamını yitirdi. Caddelerden geçen araçların sesi aynı; ama bir şey eksik. Sabah erken saatlerde esnafla çay içen, belediye protokolünden önce çocukların başını okşayan, su faturasını düşünen bir vatandaşın omzuna sessizce destek olan bir adam vardı. Artık yok.
Adı Ferdi Zeyrek’ti.
Ve onun gidişi, bu şehir için bir idari değişiklik değil; kolektif bir duygusal sarsıntıydı.
Ferdi Zeyrek sıradan bir belediye başkanı profiline hiçbir zaman uymadı. Göreve geldiğinde rakamlardan çok sokakların dilini konuştu. İlk icraatları arasında suya indirim, halk ekmek erişimi ve sosyal yardımların hızlandırılması vardı. Fakat onu gerçek bir figüre dönüştüren şey; sayılara değil, insanlara temas etmesiydi.
Göz hizasından konuşurdu.
Duruşu kendinden emindi, yaklaşımı ise sıcak ama özenliydi. Bu yüzden insanlar onu seçmen gibi değil, aileden biri gibi gördü. Ona oy vermeyenler bile onun dürüstlüğüne ve insanlığını yitirmemiş yönetici tavrına saygı duymaktan geri durmadı.
Ferdi Zeyrek’in mesleği mimarlıktı. Ancak o, şehirle olan bağını yalnızca yapılarla kurmadı. İnsan ilişkilerinin, göz göze gelmenin, sokakta durup bir selam vermenin mimarisini inşa etti. Onu tanıyan herkes, görevinden önce insan oluşunu hatırlıyor bugün.
O bir yönetici değil, yaşayan bir vatandaştı. Gören, duyan, hisseden, sorumluluk alan bir kardeş gibiydi bu şehir için.
Manisa şimdi sadece bir kaybı yaşamıyor. Yas tutuyor. Siyasi görüşü ne olursa olsun binlerce insanın sessizce ardından yürümesi, hastane önlerinde sabahlayan gençler, sosyal medya üzerinden yapılan yüzlerce içten paylaşım, halktan bir kullanıcının yaptığı o cümleyle özetlendi:
“Biz bir süreliğine düğün yapamayacağız. Çünkü bu şehir birini kaybetti.”
Ve bu yalnızca mecazi bir ifade olmadı. Planlanan düğünler ertelendi. Organizasyonlar sessizce iptal edildi. Çünkü bu yas sadece bireysel değil, toplumsaldı.
Ferdi Zeyrek bir “başkan” olarak değil, bir dost, bir komşu, bir evlat, bir ağabey olarak anılıyor şimdi. Unvanı yok artık; onun yerine içten bir eksiklik duygusu var.
O artık bu şehrin gündelik telaşında, bir çocuğun başını okşayan elde, sabah çayı içilen esnaf masasının kenarında, kaldırımlarda yürüyen yavaş adımlarda yaşayacak.
Adı, bu kentin hafızasında, yüreğinde kalacak.
Ve Ferdi Zeyrek, Manisa’da her gün yeniden hatırlanacak.
19 Mayıs: Bir Milletin Dirilişi ve Gençliğe Emanet Edilen Işık
Bir ulusun kaderinin yeniden yazıldığı gündür 19 Mayıs. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1919’da Samsun’a çıkarak başlattığı Kurtuluş Mücadelesi, sadece bir askeri direnişin değil, aynı zamanda bağımsızlık, özgürlük ve onur temelinde bir millet olma bilincinin ilk adımıdır. O gün atılan adım, tarihin akışını değiştirmiş; işgal altındaki bir coğrafyada umudun, cesaretin ve iradenin simgesi olmuştur.
19 Mayıs’ı yalnızca bir tarih değil, yaşayan bir miras, geleceğe yön veren bir ışık olarak görmek gerekir. Atatürk, bu günü “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak ilan ederek milletin geleceğini gençlere emanet etti. Çünkü gençlik, sadece bir yaş aralığı değil; düşünceyi yenileyen, toplumu dönüştüren, adaleti ve ilerlemeyi savunan bir ruhtur.
Bugün de aynı ruhla gençlerimizin omuzlarında yükseliyor Türkiye. Ancak bu yükselişin anlamlı olması için yalnızca sporla ya da törenlerle değil, aynı zamanda değerlerimizle, kültürümüzle, tarihsel hafızamızla da desteklenmesi gerekir. Vatan sevgisi, adalet duygusu, dayanışma, özgür düşünce ve çalışkanlık… Bunlar, 19 Mayıs’ın taşıdığı gerçek değerlerdir.
Bugün Türkiye’nin dört bir yanında bayraklarla kutlanan bu özel gün, aslında her bir gencin iç dünyasında da yeniden doğmalıdır. Çünkü bağımsızlık, sadece geçmişte kazanılan bir hak değil, her gün yeniden korunması ve taşınması gereken bir sorumluluktur. Bu sorumluluk, bugün sosyal medyada doğruyu savunmakta, bilimde ilerlemek için çabalamakta, haksızlığa karşı ses yükseltmekte ve ülkesine değer katacak adımlar atmakta kendini gösterir.
Atatürk’ün “Bütün ümidim gençliktedir” sözü, yalnızca bir temenni değil; bu ülkenin gençlerine duyduğu güvenin ilanıdır. Bu güveni boşa çıkarmamak, yalnızca gençlerin değil, toplumun tüm kesimlerinin ortak görevidir. Çünkü gençlik desteklendiğinde değil, inandığında dönüşür.
19 Mayıs, geçmişin kahramanlarına saygı duruşu olduğu kadar, geleceğin mimarlarına duyulan inancın da bayramıdır. Bugün her Türk genci, sadece tören alanlarında değil, hayatın her alanında 19 Mayıs’ın temsil ettiği değerlere sahip çıkarak bu mirası taşımakla yükümlüdür.
Bugün; yeniden başlamak, yeniden düşünmek ve yeniden umut etmek için bir fırsattır.
Kutlu olsun 19 Mayıs.v
Karanlığın Yeni Maskesi: PKK’nın Silah Bırakması Gerçek Mi?
Haber dünyasında yer edinmek istiyorsan, insanların baktığı değil, görmekten kaçındığı yerlere odaklanmalısın. Gündemin en büyük gelişmelerinden biri, PKK’nın 12. Olağan Kongresi’nde aldığı fesih kararı. Manşetler, silahların bırakıldığını, bayrakların indirildiğini söylüyor. Peki gerçek ne?
Sokak röportajlarında insanlar “Bu gerçekten bir son mu?” diye soruyor. Olası cevapları analiz edelim.
Duyurulan Gerçeklik
PKK’nın silah bırakması, medya tarafından “Tarihi bir an” olarak servis edildi. Associated Press, Reuters ve Al Jazeera gibi küresel haber kaynakları, bu gelişmeyi Orta Doğu’daki güç dengelerinde yeni bir dönem olarak yorumladı. Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla şekillenen karar, örgütün resmi olarak kendini feshettiğini duyuruyor. Türkiye ve bölge ülkeleri, bu süreci nasıl yöneteceklerini tartışıyor.
Ancak burada bir problem var. PKK’nın silah bırakması ne kadar kesin? Silahları bırakmak, sahadan tamamen çekilmek anlamına mı geliyor? Gerçekler, sıklıkla açıklananın gölgesinde saklıdır.
Perde Arkasındaki Hesap
Şu sorular masada:
Benzer örgütlerin tarihine bakarsak, fesih kararları bazen yeni bir yapılanmanın önünü açmak için sahnelendi. Silahlar bırakılır, ama ideolojik yapı yeni bir formla varlığını sürdürür.
PKK’nın son açıklamalarına bakarsak, fesih kararıyla birlikte bazı kadroların yeniden yapılandırılacağı belirtiliyor. Bu, tamamen ortadan kalkmak yerine yeni bir form kazanmak mı? Eğer bu bir satranç hamlesiyse, gerçek son hamle ne olacak?
Türkiye’nin Tavrı ve Küresel Dengeler
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, gelişmeyi “terörsüz Türkiye yolunda önemli bir eşik” olarak nitelendirdi. Ancak sahada gerçekten silahların sustuğunun kanıtlanması gerektiğini vurguladı. Güvenlik politikaları açısından bu sürecin sahada nasıl işleyeceği, Türkiye’nin yanıtını belirleyecek.
Bir başka soru: Uluslararası aktörler bu süreçte nasıl pozisyon alıyor? PKK’nın feshi duyurusundan sonra ABD ve Avrupa’dan gelen açıklamalar, sürecin dikkatle izlendiğini gösteriyor.
Sonuç: Ne Görüyoruz, Ne Göremiyoruz?
Haber dünyasında gerçekler, anlatılanlarla değil, eksik bırakılanlarla şekillenir. PKK’nın feshi, yeni bir dönemin başlangıcı mı, yoksa bir perde değişimi mi? Şu an için bildiklerimiz şunlar:
Son söz şudur: Her hikayenin içinde, anlatılmayan başka bir hikaye vardır. Onu bulmak, cesur bakışların işidir.
Türkiye’de İşçi Hakları Krizi: Güvencesiz Çalışma ve Emeğin Sömürüsü
İşçilerin Hakları Tehdit Altında: Türkiye’deki Güvencesiz Çalışma Koşulları Derinleşiyor
Türkiye’de son yıllarda işçi hakları konusunda önemli bir gerileme yaşanıyor. Özellikle sendikasızlaşma, taşeronlaşma ve iş güvencesizliği, ülkedeki milyonlarca çalışanın karşılaştığı en büyük sorunlar arasında yer alıyor. Ekonomik zorluklar ve yüksek işsizlik oranları, çalışanları daha düşük ücretler ve kötü çalışma koşullarıyla kabul etmeye zorlayarak, emek sömürüsünü artırıyor.
Türkiye’de işçi hakları konusunda yaşanan en ciddi sorunlardan biri, taşeronlaşma uygulamasının yaygınlaşması. Taşeron firmalar üzerinden çalışan işçiler, genellikle düşük ücretler ve güvencesiz çalışma koşullarıyla karşı karşıya kalıyor. Çoğu zaman, bu işçiler; sağlık sigortası, tatil hakları, fazla mesai ücreti gibi temel haklardan mahrum bırakılıyor. Taşeronlaşmanın yaygın olduğu sektörlerde, çalışanlar genellikle kısa süreli sözleşmelerle çalıştırılıyor ve bu durum, iş güvenliğini ortadan kaldırıyor.
Taşeron işçilerinin sendika üyeliği konusunda yaşadıkları zorluklar da dikkat çekiyor. Çoğu taşeron firmada, işçilerin sendikaya üye olmaları veya sendikal faaliyetlerde bulunmaları engelleniyor. Ülke çapında taşeronlaştırma, aynı zamanda iş güvencesini zayıflatırken, çalışma yaşamındaki eşitsizlikleri de derinleştiriyor.
Son yıllarda, Türkiye’deki birçok sektörde, özellikle inşaat, sağlık, temizlik ve sanayi gibi alanlarda iş güvencesi giderek daha belirsiz hale gelmiş durumda. Geçici iş sözleşmeleri ve belirli süreli kontratlar, işçilerin haklarını koruyacak bir zemin yaratmıyor. Çalışanlar, işten çıkarılma korkusu ve düşük maaşlarla geçinmek zorunda kalırken, haklarına dair şeffaflık eksikliği büyük bir sorun olarak öne çıkıyor.
İşçilerin iş güvencesizliğine karşı verdikleri mücadeleler, ne yazık ki genellikle karşılık bulmuyor. Yerel yönetimler, sanayi devleri ve büyük şirketler, genellikle işçi hakları konusunda yasal düzenlemelere uymak zorunda olmadan, iş güvencesizliğini daha da artırabiliyor. Bu durum, Türkiye’deki iş gücü piyasasında ciddi bir adaletsizlik yaratıyor.
Sendikasızlaşma, Türkiye’deki işçi hareketinin karşılaştığı bir diğer büyük engel. Sendikal haklar, işçilerin daha iyi koşullarda çalışabilmesi için en önemli araçlardan biridir. Ancak Türkiye’de sendikal örgütlenme oranı her geçen yıl düşüyor. Sendika üyeliği, çalışanlar için genellikle kariyerlerini riske atmak anlamına geliyor. Özellikle taşeron ve geçici işçilerin sendikal haklarını kullanabilmesi oldukça zor.
Ülke genelindeki sendikal hareketlerin zayıflaması, işçilerin temel haklarını savunmakta karşılaştıkları engelleri artırıyor. Çoğu zaman, sendikal faaliyetlerde bulunan işçilere karşı baskılar ve mobbing uygulamaları söz konusu olabiliyor. Sendikaların gücü zayıfladıkça, işçilerin seslerini duyurması daha da zorlaşıyor.
İşçilerin çalışma koşullarını iyileştirebilecek önemli unsurlardan biri de yan haklardır. Ancak Türkiye’deki işçiler, çoğu zaman yan haklar konusunda da belirsizliklerle karşılaşıyor. Özellikle sağlık sigortası, yemek ve ulaşım yardımları gibi sosyal güvence uygulamaları arasında büyük farklar bulunuyor. Çoğu işçi, bu yan haklardan ya hiç faydalanamıyor ya da eksik bir şekilde yararlanıyor.
Birçok işyerinde ise bu haklar, işçilerin daha düşük ücretlerle çalıştıkları gerekçesiyle kesiliyor veya askıya alınıyor. Çalışanlar, devletin veya işverenlerin, sosyal güvenlik haklarına dair düzenlemelere yeterince riayet etmediklerinden şikayet ediyor.
Türkiye’deki işçi haklarını koruyan yasal düzenlemeler, işçilerin haklarını tam anlamıyla güvence altına almakta yetersiz kalıyor. 4857 sayılı İş Kanunu, 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu gibi kanunlar, işçilerin haklarını güvence altına almak amacıyla çıkarılmış olsa da, pratikte uygulamada ciddi aksaklıklar yaşanıyor. İş müfettişlerinin yetersiz denetimleri, çalışanların haklarının ihlal edilmesine neden oluyor.
Türkiye’deki yasal zemin, işçilerin sosyal güvenlik hakları, çalışma koşulları ve iş güvenceleri gibi temel meselelerde önemli boşluklar barındırıyor. Denetimlerin eksikliği, bu boşlukları daha da derinleştiriyor ve işçilerin mağduriyetine yol açıyor.
Türkiye’de işçi hakları, son yıllarda büyük bir gerileme gösterdi. Sendikasızlaşma, taşeronlaşma, güvencesiz çalışma ve belirsiz sosyal haklar, ülke çapında büyük bir soruna dönüşmüş durumda. Çalışanların haklarını savunabilecek güçlü bir sendikal yapı eksikliği, işçilerin güvencesiz koşullarda çalışmaya mahkum olmalarına neden oluyor.
Ancak, bu sorunların sadece işçilerin değil, tüm toplumun meselesi olduğu unutulmamalıdır. İşçi hakları, toplumsal barış ve ekonomik eşitlik için temel bir gerekliliktir. Türkiye’de işçi haklarının güçlendirilmesi, hem çalışanlar hem de toplum için daha sağlıklı bir iş gücü piyasasının önünü açacaktır. Bu nedenle işçi haklarına yönelik güçlü yasal düzenlemeler, sendikal özgürlükler ve iş güvencesinin sağlanması, ülke çapında öncelikli bir konu olmalıdır.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.