11 Haziran 2025 Çarşamba
Aysun Uysal Yazdı… Bayramlar Değişti, Peki Ya Biz
Süt ürünleri ile başınız dertte mi? Laktoz İntoleransına sahip olabilirsiniz!
Ferdi Zeyrek: Makamdan Değil Kalpten Yönetmiş Bir Adamın Ardından
Serkan Candaş Yazdı… İddia: Beğeni yapan belediye çalışanına tutanak tutuluyor!
Manisalı Oyuncu Demet Evgar, Ferdi Zeyrek’in eşi Nurcan Zeyrek ve Özgür Özel’e taziye ziyaretinde bulundu
Manisa artık sessiz.
Şehir gürültüsünü kaybetmedi belki, ama anlamını yitirdi. Caddelerden geçen araçların sesi aynı; ama bir şey eksik. Sabah erken saatlerde esnafla çay içen, belediye protokolünden önce çocukların başını okşayan, su faturasını düşünen bir vatandaşın omzuna sessizce destek olan bir adam vardı. Artık yok.
Adı Ferdi Zeyrek’ti.
Ve onun gidişi, bu şehir için bir idari değişiklik değil; kolektif bir duygusal sarsıntıydı.
Ferdi Zeyrek sıradan bir belediye başkanı profiline hiçbir zaman uymadı. Göreve geldiğinde rakamlardan çok sokakların dilini konuştu. İlk icraatları arasında suya indirim, halk ekmek erişimi ve sosyal yardımların hızlandırılması vardı. Fakat onu gerçek bir figüre dönüştüren şey; sayılara değil, insanlara temas etmesiydi.
Göz hizasından konuşurdu.
Duruşu kendinden emindi, yaklaşımı ise sıcak ama özenliydi. Bu yüzden insanlar onu seçmen gibi değil, aileden biri gibi gördü. Ona oy vermeyenler bile onun dürüstlüğüne ve insanlığını yitirmemiş yönetici tavrına saygı duymaktan geri durmadı.
Ferdi Zeyrek’in mesleği mimarlıktı. Ancak o, şehirle olan bağını yalnızca yapılarla kurmadı. İnsan ilişkilerinin, göz göze gelmenin, sokakta durup bir selam vermenin mimarisini inşa etti. Onu tanıyan herkes, görevinden önce insan oluşunu hatırlıyor bugün.
O bir yönetici değil, yaşayan bir vatandaştı. Gören, duyan, hisseden, sorumluluk alan bir kardeş gibiydi bu şehir için.
Manisa şimdi sadece bir kaybı yaşamıyor. Yas tutuyor. Siyasi görüşü ne olursa olsun binlerce insanın sessizce ardından yürümesi, hastane önlerinde sabahlayan gençler, sosyal medya üzerinden yapılan yüzlerce içten paylaşım, halktan bir kullanıcının yaptığı o cümleyle özetlendi:
“Biz bir süreliğine düğün yapamayacağız. Çünkü bu şehir birini kaybetti.”
Ve bu yalnızca mecazi bir ifade olmadı. Planlanan düğünler ertelendi. Organizasyonlar sessizce iptal edildi. Çünkü bu yas sadece bireysel değil, toplumsaldı.
Ferdi Zeyrek bir “başkan” olarak değil, bir dost, bir komşu, bir evlat, bir ağabey olarak anılıyor şimdi. Unvanı yok artık; onun yerine içten bir eksiklik duygusu var.
O artık bu şehrin gündelik telaşında, bir çocuğun başını okşayan elde, sabah çayı içilen esnaf masasının kenarında, kaldırımlarda yürüyen yavaş adımlarda yaşayacak.
Adı, bu kentin hafızasında, yüreğinde kalacak.
Ve Ferdi Zeyrek, Manisa’da her gün yeniden hatırlanacak.
19 Mayıs: Bir Milletin Dirilişi ve Gençliğe Emanet Edilen Işık
Bir ulusun kaderinin yeniden yazıldığı gündür 19 Mayıs. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1919’da Samsun’a çıkarak başlattığı Kurtuluş Mücadelesi, sadece bir askeri direnişin değil, aynı zamanda bağımsızlık, özgürlük ve onur temelinde bir millet olma bilincinin ilk adımıdır. O gün atılan adım, tarihin akışını değiştirmiş; işgal altındaki bir coğrafyada umudun, cesaretin ve iradenin simgesi olmuştur.
19 Mayıs’ı yalnızca bir tarih değil, yaşayan bir miras, geleceğe yön veren bir ışık olarak görmek gerekir. Atatürk, bu günü “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak ilan ederek milletin geleceğini gençlere emanet etti. Çünkü gençlik, sadece bir yaş aralığı değil; düşünceyi yenileyen, toplumu dönüştüren, adaleti ve ilerlemeyi savunan bir ruhtur.
Bugün de aynı ruhla gençlerimizin omuzlarında yükseliyor Türkiye. Ancak bu yükselişin anlamlı olması için yalnızca sporla ya da törenlerle değil, aynı zamanda değerlerimizle, kültürümüzle, tarihsel hafızamızla da desteklenmesi gerekir. Vatan sevgisi, adalet duygusu, dayanışma, özgür düşünce ve çalışkanlık… Bunlar, 19 Mayıs’ın taşıdığı gerçek değerlerdir.
Bugün Türkiye’nin dört bir yanında bayraklarla kutlanan bu özel gün, aslında her bir gencin iç dünyasında da yeniden doğmalıdır. Çünkü bağımsızlık, sadece geçmişte kazanılan bir hak değil, her gün yeniden korunması ve taşınması gereken bir sorumluluktur. Bu sorumluluk, bugün sosyal medyada doğruyu savunmakta, bilimde ilerlemek için çabalamakta, haksızlığa karşı ses yükseltmekte ve ülkesine değer katacak adımlar atmakta kendini gösterir.
Atatürk’ün “Bütün ümidim gençliktedir” sözü, yalnızca bir temenni değil; bu ülkenin gençlerine duyduğu güvenin ilanıdır. Bu güveni boşa çıkarmamak, yalnızca gençlerin değil, toplumun tüm kesimlerinin ortak görevidir. Çünkü gençlik desteklendiğinde değil, inandığında dönüşür.
19 Mayıs, geçmişin kahramanlarına saygı duruşu olduğu kadar, geleceğin mimarlarına duyulan inancın da bayramıdır. Bugün her Türk genci, sadece tören alanlarında değil, hayatın her alanında 19 Mayıs’ın temsil ettiği değerlere sahip çıkarak bu mirası taşımakla yükümlüdür.
Bugün; yeniden başlamak, yeniden düşünmek ve yeniden umut etmek için bir fırsattır.
Kutlu olsun 19 Mayıs.v
Karanlığın Yeni Maskesi: PKK’nın Silah Bırakması Gerçek Mi?
Haber dünyasında yer edinmek istiyorsan, insanların baktığı değil, görmekten kaçındığı yerlere odaklanmalısın. Gündemin en büyük gelişmelerinden biri, PKK’nın 12. Olağan Kongresi’nde aldığı fesih kararı. Manşetler, silahların bırakıldığını, bayrakların indirildiğini söylüyor. Peki gerçek ne?
Sokak röportajlarında insanlar “Bu gerçekten bir son mu?” diye soruyor. Olası cevapları analiz edelim.
Duyurulan Gerçeklik
PKK’nın silah bırakması, medya tarafından “Tarihi bir an” olarak servis edildi. Associated Press, Reuters ve Al Jazeera gibi küresel haber kaynakları, bu gelişmeyi Orta Doğu’daki güç dengelerinde yeni bir dönem olarak yorumladı. Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla şekillenen karar, örgütün resmi olarak kendini feshettiğini duyuruyor. Türkiye ve bölge ülkeleri, bu süreci nasıl yöneteceklerini tartışıyor.
Ancak burada bir problem var. PKK’nın silah bırakması ne kadar kesin? Silahları bırakmak, sahadan tamamen çekilmek anlamına mı geliyor? Gerçekler, sıklıkla açıklananın gölgesinde saklıdır.
Perde Arkasındaki Hesap
Şu sorular masada:
Benzer örgütlerin tarihine bakarsak, fesih kararları bazen yeni bir yapılanmanın önünü açmak için sahnelendi. Silahlar bırakılır, ama ideolojik yapı yeni bir formla varlığını sürdürür.
PKK’nın son açıklamalarına bakarsak, fesih kararıyla birlikte bazı kadroların yeniden yapılandırılacağı belirtiliyor. Bu, tamamen ortadan kalkmak yerine yeni bir form kazanmak mı? Eğer bu bir satranç hamlesiyse, gerçek son hamle ne olacak?
Türkiye’nin Tavrı ve Küresel Dengeler
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, gelişmeyi “terörsüz Türkiye yolunda önemli bir eşik” olarak nitelendirdi. Ancak sahada gerçekten silahların sustuğunun kanıtlanması gerektiğini vurguladı. Güvenlik politikaları açısından bu sürecin sahada nasıl işleyeceği, Türkiye’nin yanıtını belirleyecek.
Bir başka soru: Uluslararası aktörler bu süreçte nasıl pozisyon alıyor? PKK’nın feshi duyurusundan sonra ABD ve Avrupa’dan gelen açıklamalar, sürecin dikkatle izlendiğini gösteriyor.
Sonuç: Ne Görüyoruz, Ne Göremiyoruz?
Haber dünyasında gerçekler, anlatılanlarla değil, eksik bırakılanlarla şekillenir. PKK’nın feshi, yeni bir dönemin başlangıcı mı, yoksa bir perde değişimi mi? Şu an için bildiklerimiz şunlar:
Son söz şudur: Her hikayenin içinde, anlatılmayan başka bir hikaye vardır. Onu bulmak, cesur bakışların işidir.
Türkiye’de İşçi Hakları Krizi: Güvencesiz Çalışma ve Emeğin Sömürüsü
İşçilerin Hakları Tehdit Altında: Türkiye’deki Güvencesiz Çalışma Koşulları Derinleşiyor
Türkiye’de son yıllarda işçi hakları konusunda önemli bir gerileme yaşanıyor. Özellikle sendikasızlaşma, taşeronlaşma ve iş güvencesizliği, ülkedeki milyonlarca çalışanın karşılaştığı en büyük sorunlar arasında yer alıyor. Ekonomik zorluklar ve yüksek işsizlik oranları, çalışanları daha düşük ücretler ve kötü çalışma koşullarıyla kabul etmeye zorlayarak, emek sömürüsünü artırıyor.
Türkiye’de işçi hakları konusunda yaşanan en ciddi sorunlardan biri, taşeronlaşma uygulamasının yaygınlaşması. Taşeron firmalar üzerinden çalışan işçiler, genellikle düşük ücretler ve güvencesiz çalışma koşullarıyla karşı karşıya kalıyor. Çoğu zaman, bu işçiler; sağlık sigortası, tatil hakları, fazla mesai ücreti gibi temel haklardan mahrum bırakılıyor. Taşeronlaşmanın yaygın olduğu sektörlerde, çalışanlar genellikle kısa süreli sözleşmelerle çalıştırılıyor ve bu durum, iş güvenliğini ortadan kaldırıyor.
Taşeron işçilerinin sendika üyeliği konusunda yaşadıkları zorluklar da dikkat çekiyor. Çoğu taşeron firmada, işçilerin sendikaya üye olmaları veya sendikal faaliyetlerde bulunmaları engelleniyor. Ülke çapında taşeronlaştırma, aynı zamanda iş güvencesini zayıflatırken, çalışma yaşamındaki eşitsizlikleri de derinleştiriyor.
Son yıllarda, Türkiye’deki birçok sektörde, özellikle inşaat, sağlık, temizlik ve sanayi gibi alanlarda iş güvencesi giderek daha belirsiz hale gelmiş durumda. Geçici iş sözleşmeleri ve belirli süreli kontratlar, işçilerin haklarını koruyacak bir zemin yaratmıyor. Çalışanlar, işten çıkarılma korkusu ve düşük maaşlarla geçinmek zorunda kalırken, haklarına dair şeffaflık eksikliği büyük bir sorun olarak öne çıkıyor.
İşçilerin iş güvencesizliğine karşı verdikleri mücadeleler, ne yazık ki genellikle karşılık bulmuyor. Yerel yönetimler, sanayi devleri ve büyük şirketler, genellikle işçi hakları konusunda yasal düzenlemelere uymak zorunda olmadan, iş güvencesizliğini daha da artırabiliyor. Bu durum, Türkiye’deki iş gücü piyasasında ciddi bir adaletsizlik yaratıyor.
Sendikasızlaşma, Türkiye’deki işçi hareketinin karşılaştığı bir diğer büyük engel. Sendikal haklar, işçilerin daha iyi koşullarda çalışabilmesi için en önemli araçlardan biridir. Ancak Türkiye’de sendikal örgütlenme oranı her geçen yıl düşüyor. Sendika üyeliği, çalışanlar için genellikle kariyerlerini riske atmak anlamına geliyor. Özellikle taşeron ve geçici işçilerin sendikal haklarını kullanabilmesi oldukça zor.
Ülke genelindeki sendikal hareketlerin zayıflaması, işçilerin temel haklarını savunmakta karşılaştıkları engelleri artırıyor. Çoğu zaman, sendikal faaliyetlerde bulunan işçilere karşı baskılar ve mobbing uygulamaları söz konusu olabiliyor. Sendikaların gücü zayıfladıkça, işçilerin seslerini duyurması daha da zorlaşıyor.
İşçilerin çalışma koşullarını iyileştirebilecek önemli unsurlardan biri de yan haklardır. Ancak Türkiye’deki işçiler, çoğu zaman yan haklar konusunda da belirsizliklerle karşılaşıyor. Özellikle sağlık sigortası, yemek ve ulaşım yardımları gibi sosyal güvence uygulamaları arasında büyük farklar bulunuyor. Çoğu işçi, bu yan haklardan ya hiç faydalanamıyor ya da eksik bir şekilde yararlanıyor.
Birçok işyerinde ise bu haklar, işçilerin daha düşük ücretlerle çalıştıkları gerekçesiyle kesiliyor veya askıya alınıyor. Çalışanlar, devletin veya işverenlerin, sosyal güvenlik haklarına dair düzenlemelere yeterince riayet etmediklerinden şikayet ediyor.
Türkiye’deki işçi haklarını koruyan yasal düzenlemeler, işçilerin haklarını tam anlamıyla güvence altına almakta yetersiz kalıyor. 4857 sayılı İş Kanunu, 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu gibi kanunlar, işçilerin haklarını güvence altına almak amacıyla çıkarılmış olsa da, pratikte uygulamada ciddi aksaklıklar yaşanıyor. İş müfettişlerinin yetersiz denetimleri, çalışanların haklarının ihlal edilmesine neden oluyor.
Türkiye’deki yasal zemin, işçilerin sosyal güvenlik hakları, çalışma koşulları ve iş güvenceleri gibi temel meselelerde önemli boşluklar barındırıyor. Denetimlerin eksikliği, bu boşlukları daha da derinleştiriyor ve işçilerin mağduriyetine yol açıyor.
Türkiye’de işçi hakları, son yıllarda büyük bir gerileme gösterdi. Sendikasızlaşma, taşeronlaşma, güvencesiz çalışma ve belirsiz sosyal haklar, ülke çapında büyük bir soruna dönüşmüş durumda. Çalışanların haklarını savunabilecek güçlü bir sendikal yapı eksikliği, işçilerin güvencesiz koşullarda çalışmaya mahkum olmalarına neden oluyor.
Ancak, bu sorunların sadece işçilerin değil, tüm toplumun meselesi olduğu unutulmamalıdır. İşçi hakları, toplumsal barış ve ekonomik eşitlik için temel bir gerekliliktir. Türkiye’de işçi haklarının güçlendirilmesi, hem çalışanlar hem de toplum için daha sağlıklı bir iş gücü piyasasının önünü açacaktır. Bu nedenle işçi haklarına yönelik güçlü yasal düzenlemeler, sendikal özgürlükler ve iş güvencesinin sağlanması, ülke çapında öncelikli bir konu olmalıdır.
İzlemeyi Seçtiysen, Zaten Taraf Oldun: Sessizlik de Bir Tutumdur
Türkiye, 2025 yılına yalnızca ekonomik ve siyasi sorunlarla değil, toplumsal kutuplaşmanın doğurduğu yeni bir “tarafsızlık krizi”yle girdi. Gittikçe sertleşen kamusal tartışma ortamı, vatandaşları sadece sözleriyle değil, sessizlikleriyle de etiketliyor. Çünkü artık “izlemeyi seçmek” bile bir taraf olma biçimi sayılıyor.
“İzlemeyi seçtiysen, zaten taraf oldun.” Bu cümle bir kurgu senaryosunun repliği değil; Türkiye’de her gün sokakta, sosyal medyada ya da aile sofralarında yaşanan sessiz uzlaşmanın temelini teşkil eden yeni toplumsal gerçekliğin özeti. Peki, neden sadece izlemek bile taraf olmak anlamına geliyor?
Pasif Kalmak Neden Bir Tutum Sayılıyor?
Uzmanlara göre, medya ortamının tamamen kutuplaştığı, tarafsızlık iddiasındaki platformların bile artık bir cenaha yakın olmakla itham edildiği bir ülkede, “sessiz kalmak” da politik bir tutum olarak algılanıyor. Özellikle adalet, ifade özgürlüğü, kadın hakları, çevre talanı, yolsuzluk iddiaları gibi konular gündemi sarsarken; izleyici pozisyonunu koruyanlar, dolaylı olarak düzenin sürmesine katkı sunmuş oluyor.
İstanbul Üniversitesi’nden Siyaset Bilimci Prof. Dr. Sema Bilgin, bu durumun toplumsal sorumluluk kavramını kökten değiştirdiğini söylüyor:
“Tarafsız kalmak, otoritenin ya da güçlünün lehine işleyen bir boşluğu dolduruyor. Bu da sessiz kalanları doğrudan ‘taraf’ yapıyor.”
Sosyal Medya: Sessiz İzleyicilerin Aynası
Twitter, Instagram ve TikTok gibi platformlarda yüz binlerce takipçiye sahip hesapların; gündemin en yakıcı olayları karşısında yalnızca içerik izlemekle yetinmeleri, dijital çağın “pasif seyirci krizi”ne işaret ediyor. Takip et, izle, ama yorum yapma. Beğenme. Paylaşma. Görmezden gel.
Bu dijital izleyicilik hali, aslında görünmeyen bir politik katılım türüne dönüşüyor. “Seyirci kalmak”, günümüzde yalnızca bir pozisyon değil; sistemin işlemesini sağlayan edilgen ama etkili bir rol.
İdeolojik Körlük mü, Hayatta Kalma Stratejisi mi?
Türkiye’de özellikle gençler arasında sıkça gözlenen bu “gözlemci pozisyonu”, kimi zaman bir hayatta kalma stratejisi olarak da yorumlanıyor. Sansür, fişleme ve iş bulamama korkusu; yurttaşları ekranın karşısına mıhlıyor. Bir tweet atmanın iş hayatına etkisi, bir paylaşımın siyasi fişlemeyle sonuçlanma riski; “izleyici” olmayı daha güvenli hale getiriyor.
Ancak bu güvenli bölge, toplumun dönüşümünü yavaşlatıyor. Örgütlü kötülükler karşısında örgütsüz bir sessizlik hâkim hale geliyor.
“Bilmiyorum” Lüksü Bitiyor
Uzmanlar, toplumu dönüştüren en tehlikeli olgunun “bilmemeyi tercih etmek” olduğunu vurguluyor. Bilinçli olarak kaçınılan bilgi, kaçınılan tutumları da meşrulaştırıyor. “Bilmiyorum”, artık tarafsızlık değil, bir seçimin sonucu. Ve bu seçim, suskunluğu sistemin parçası haline getiriyor.
Sonuç Yerine: Tarafsızlık, Taraf Olmanın Kılığı
Türkiye’de izlemek, artık edilgen bir eylem değil. Tam tersine, sessiz onaylamanın en güçlü biçimi. Her ekranın ardında bir tercih gizli. Her suskunlukta bir tarafgirlik.
Çünkü izlemeyi seçtiysen, zaten taraf oldun.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.